Herkes arayış içinde, bulsada arayış içinde. Duygusal şiddet, aleni,gizli veya bilinç altındaki bu açlık hakkında taze fikirler
1 Mayıs 2014 Perşembe
VİCDANI VE NEDAMETİ OLMAYAN SAVAŞLAR
Eskiden savaşlar kılıç kalkan ile yüz yüze yapılırmış. Bir sende kılıç kalkan, bir karşındakinde ve birbirinize öldürOSMANLI VİCDANI VE NEDAMETİ OLMAYAN SAVAŞLAResiye savuruyorsunuz kılıçlarınızı. Kılıç darbelerine maruz kalmamak için kalkanınızı kendinize siper ediniyorsunuz. En küçük açık verdiğinizde kılıç sizin ölümcül noktanıza saplanıyor yada kesiyor. Kan kaybından acı içinde kıvrana kıvrana can veriyorsunuz.
Düşündükçe ürperiyor insan.
Bir elimde kılıç diğerinde kalkan, savaş alanında düşmanıma atak halindeyim, önüme geleni biçiyorum. Ama düşmanımı elimle tutabilecek kadar yakınım, düşmanımda bana bir o kadar yakın. Gözlerimizin içini görebiliyoruz. Göz bebeklerimizi görebiliyoruz her ikimizde.
Gözlerinin içindeki kini nefreti, öfkeyi, hasedi, öldürme arzusunu görüyorum. Ağzının ifadesini, ağızından çıkan en kesif küfürleri işitebiliyorum. Vücudunun esnekliğini, estetikliğini görebiliyor, üzerindeki zırhın dayanıklılığını bizatihi kılıcımla test edebiliyorum.
Aynı şekilde düşmanımda benim gözlerimi görebiliyor. Gözlerimde öldürme hırsı, yaralayıp esir alıp intikam alma arzusu. İşkencelere maruz bırakmak istiyorum. Gözlerimden ışınlar çıkıyor tıpkı süpermeninki gibi, ağzımdan ve burnumdan alevler fışkırtıyorum karşımdakini yakmak için.
Kılıç ve kalkan her ikimizin elinden düştü. Yumruklarımız ile başlıyoruz dövüşmeye. Kıran kırana vuruyoruz birbirimize. İkimizde iyi eğitilmiş savaşçılarız. Çoğu zaman birbirimize dek getiremiyoruz vuruşlarımızı ve hamlelerimiz boşa çıkıyor. Bir yandan o bana söyleniyor küfür ediyor bağırıyor, öte yandan bende ona aynı şekilde karşılık verirken, tekme ve yumrukla devam eden savaş sözlerimiz ile psikolojik bir harbe dönüşüyor.
Etrafımızda yüzlerce insan birbirini kesiyor, birbirine kılıçlarını saplıyor, bıçakları ile hamleler yapıp düşmanını öldürmeye çalışıyor. Herkes kudurmuş, salgın var sanki öyle naralar işitiyorsunuz ki, ödünüz patlıyor vücudunuza yayılıyor. Eline taş almış kimisi adamın kafasını ezmeye çalışıyor ve isabet ettirdiğinde af yok kafasını eziyor, jilet ile ancak kazırsınız topraktan kafasının artıklarını.
Aramızda korkaklar da var. Elinde kılıcı ve kalkanı olmasına rağmen savaşmak istemiyor. Ölümden korkuyor, öldürmekten korkuyor. Çığlıklar atıyor korkudan. Tüyleri diken diken olmuş adeta, siz onları gözlerinizle görebiliyorsunuz. Yalvarıyor “lütfen öldürme, yaşamak istiyorum. Çocuklarım var. Kölen olayım, kulun olayım yapma!!!” karşısındaki öfkeden kudurmuş, duymuyor bu sözleri, yalvarmaları, pişmanlıkları ve adamın boğazına sallıyor kılıcının keskin ucunu.
Boğazına darbe alan askerin elindeki kılıcı ve kalkanı yere düşüyor. Gayri ihtiyari ellerini kılıç darbesi ile kesilen boğazına götürüyor. Boğazının kesik yerinden kanlar fışkırıyor sanki vanası sonuna kadar açılmış çeşme gibi. Elleri kana bulanıyor. Ellerine bakıyor korkunç bir şekilde açılmış gözleri ile. Kanı görünce gözleri daha fazla açılıyor. Boğazını tutuyor tekrar yarasını kapatmaya çalışıyor ama nafile kesik yerden kanlar gökyüzüne fışkırıyor oradan kara toprağa düşüyor. Etrafında boğazı kesik askeri görenler korkuya paniğe kapılıyorlar. Asker kan kaybından dermanını kaybediyor ve yere yığılıyor elleri hala boğazında. Acıdan kıvranıyor debeleniyor toprağı itekliyor can havliyle. Askerin boğaz hizasında toprak kan gölü oluyor. Etrafta bunu görenler ürperiyor, naralar atıyorlar korkudan.
Yere yığılmış asker debeleniyor. Kan kaybı çoğaldıkça üşümeye başlıyor, titriyor, sanki kuzey kutbuna gelmiş tedbirsiz bir şekilde. Yorganı yok, özel kıyafetleri yok, botları yok. Aman yarabbi, titremeye bakın, gözle görülüyor alenen. “üşüyorum, üşüyorum” diye inliyor, bağırıyor ama sesi çıkmıyor. Kılıç ses tellerini kesmiş.
Birden aklına kelime-i şahadet getirmek geliyor. Ve bu en zor zamanında millet öldüresiye bir savaşın içindeyken. Yerde debelenen asker kelime-i şahadet getiriyor. “Eşhedü ellailahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve resulühu”.
Ellerini boğazına götürecek dermanı kalmamış, iki elini iki yana salmış gökyüzüne bakıyor. Acısını tarif edecek kelime yok, acısını tarif edecek ses yok seda yok.
Boğazını kesen asker izliyor tüm bunları. Gözleri boğazını kestiği adamın durumuna kilitlenmiş. Savaştan başını kaldırmış kendine gelmiş. “Aman yarabbi, bu ne böyle. Nasıl bir hırs, ne türlü bir intikam alma şekli bu. Ben bu adamı tanımıyorum, neden kestim bunun boğazını” ve bir sürü düşünceler gelip geçiyor aklından.
Ölümü ve ölümün soğuk nefesini gözleri ile görüyor, tüm duyuları ile hissediyor. Öldürmek için boğazını kestiği adamın gözlerine bakıyor, göz bebeklerinde kendini görüyor. Yüzü kan içinde, intikam almak için savaş alanına gelen yüzünün şeklinin şemâlinin değiştiğini, öfkeden hayvanlara benzediğini görüyor.
Boğazı kesilen asker, boğazını kesene elini uzatıyor. “tut elimi kaldır beni, ölmek istemiyorum” dercesine. İkisi bir birine düşman. İkisi ayrı ülkenin insanları ve ikisi devlet politikalarının getirdiği savaş durumunun mağlupları.
Boğazı kesilen asker kan kaybından ve acıdan iyice bitap düşüyor. Gözleri gökyüzüne sabitleniyor. Kim bilir Azrail belki başında ruhunu kabzediyor, diğerleri bundan habersiz. Boğazının kesiğinden akan kanların sonu gelmeye başlamış, nabzı azalmış bir durumda ölümün kor sıcaklığını hissediyor artık gırtlağında.
Gözünün önünden koca bir hayatı film şeridi gibi geçip gidiyor.
Çocukluğu, oyun oynadığı bahçeler, arkadaşları, arkadaşları ile birlikte komşu bahçelerinden elma, armut, kiraz, erik çaldığı zamanlar. Okula gittiği, öğretmenlerinden işittiği övgüler azarlar, babasının şefkati, annesinin merhameti. Kardeşi ile ettiği kavgalar. Yetişkinlik dönemine girdiği ergen olduğu zaman yaşadıkları, peşinden sevda ile koşturduğu kız arkadaşı, yavuklum olacaksın diyerek ahdettiği günler. İşe başladığı ilk gün. Ustasının mahir ellerinin bakırı döve döve yaptığı o güzel eşi bulunmaz manzaralar. Bakırı döven çekicin sesi geliyor “tık, tık, tık ta , tık tık ta, tık tık” ve ilk aldığı maaş, maaşı ile aldığı ilk yiyeceği, içeceği, giyeceği ve hediyeler.
Allah’ın huzuruna durduğu ilk namaz geliyor gözünün önüne, hocasından öğrendiği sureler ile kıldığı ilk namaz. Başında lacivert namaz takkesi. Günde beş vakit ona dönüyor, beş vakit ondan medet istiyor ona kulluğunu bildiriyor. İşte ona gidiyor yavaş yavaş. Dilinde kelime-i şahadet, dilinde kelime-i tevhid. “Allah, Allah, Allah” zikrediyor. Düşmanı seyrediyor bütün bunları.
Göz bebekleri geriye doğru kaymaya başlıyor, canı bacaklarından yukarıya doğru yavaş yavaş sıyrılmış, dizlerinden yukarıya, belinden yukarıya, kollarından yukarıya çekilmiş can gırtlağa dayanmış. Artık dili kıpırdamıyor. Bedeni kıpırdamıyor. Nefes alması imkansız hale gelmiş. Boğuluyor. Diyaframı çalışmıyor, akciğerlerine hava çekemiyor burnu. Gözbebekleri iyice geriye kaymış, şuurunu kaybetmiş bir durumda. Bedeninde eti titriyor gözle görülür bir şekilde.
Düşman askeri bunu izliyor canlı canlı. Can vücuttan nasıl çıkar. Nasıl can acısı çeker ölüme duran bir insan. Nasıl bir idrak ki bu son nefesini verirken dahi zikrullah ile meşgul olabiliyor, şahadet getirebiliyor.
Boğazını kestiği askerin durumunu görünce bir pişmanlık alıyor içini. Yüreği yanmaya başlıyor, dizlerinin dermanı kesiliyor. Boğazı tıkanıyor nefes alamıyor. Ellerinde tuttuğu kılıcı düşüyor yere ve metalik sesini duyuyor. Ölüm ne biçim şeysin sen böyle… canlıydım hareketliydim, öldüm bedenim var ama hareketsizim, Allahü ekber!!!
Müslümanlar buna nasıl “ölüm geldi hoş geldi” diyebiliyor? Nasıl yaşama arzusundan bu kadar bir çırpıda vaz geçebiliyorlar? Ne biçim bir inançları var bunların. Motive eden şey nedir? Bu durumda dahi şahadet getiriyorlar, zikrediyorlar, anlamı nedir tüm bunların? Düşünüyor asker. Tabi ki bir anlam veremiyor.
Bildiği tek bir şey var, biraz önce boğazını kılıcı ile keserek yere düşürdüğü adamı öldürdüğü. Kendisinin de bunu baştan sona kadar seyrettiği. İçini ateş kaplıyor, yakıyor yüreğini. Beyni tarumar olmuş, dumura uğramış. Yaptığına bin pişman. Elinde kılıcı ile savaşırken içinde olan öfkesi hırsı kini nerede şimdi.
“Keşke yapmasaydık, keşke savaş olmasaydı ve keşke öldürmeseydim…. “
İşte yüz yüze yapılan savaşların sonunda insanlar her ne kadar askerlik görevi gereği, vatan savunması icabı savaşırken öldürmek zorunda kaldıkları insanların arkasından nedamet duysalar da, günümüz savaşlarında bu asla böyle değil, neden?
Teknolojinin baş döndürücü hızla gelişmesi sonrası, oturduğumuz yerden bir düğmeye basarak kilometrelerce ötedeki bir askeri birliği, köyü, şehri, okulu, hastaneyi, ibadethaneyi, imarethaneyi yok edebiliyor, içinde bulunan insanları çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek demeden öldürebiliyoruz da zerre pişmanlık duymuyoruz.
Düğmeye basmak sıradan bir iş gibi geliyor bize. Oysa, öldürdüğümüz insanın gözlerini görebilsek, can çekişme anında yanında olabilsek, parçalanışını seyredebilsek, nefes alışını hissedebilsek ve nefesinin kesilmesini… Acıdan kıvranan bedeninden akan kanın toprağı bir göle çevirdiğini, acı çekerken debelenerek toprağı nasıl ittiğini, gözlerinin kayıp gittiğini bir hayatın nasıl sona erdiğini…
İşte o zaman pişman oluruz, nedamet duygusunu tadarız. Bırakın bir insanı öldürmeyi karıncayı dahi incitmemek için yolumuzu değiştirir, rüzgârı rahatsız etmemek için yerimizden kıpırdamayız.
Pişmanlık, nedamet;
İnsanı insan yapan en büyük haslet, insanın eşrefi mahlûk olduğunu hatırlatan kitap külliyatı, insanın yaratılmışların özü, çekirdeği olduğunu unutturmayan vicdanı, yaratılmışların gözbebeği olan küçük kainat.
Günümüz insanı teknolojinin getirdiği nimetleri kullanarak savaştığı için, kimi öldürdüğünü görmediği, göremediği için pişmanlık duygusundan yoksun. Sıradan basit bir iş, bir düğmeye bas ve otur yerine. Kim nerede nasıl ne şekilde ölmüş, kimler ölmüş bana ne!
Bir düğme ile yüzlerce insan…
Yarabbi, ey mabudum bizi nedamet duygusunu kaybedenlerden eyleme, yarabbi acizliğimizi bize unutturma, insanı insanın kurdu yapan zihniyetin esiri olmaktan bizleri kurtar. Bizleri necata kavuştur, yarabbi rahman ve rahim olan isimlerinin hakki için bizleri merhametine mazhar eyle. Bizleri zalimlerden eyleme, mazlumun yanında olanlardan eyle. Pişmanlığımızı nedametimizi gör ey rabbimiz. Biz kendimize zulmedenler olduk, bizi bizden kurtar, kâinatı yüzü hürmetine yarattığın habibin aşkına, kuran talebeleri hakkı için kendinden uzaklaştırma, yakınlaştır… (AMİN)
Hafif acılar konuşulabilir ama büyük acılar dilsizdir. (Seneca)
Suçlar insanların yüzünde görülseydi, aynalar satılmazdı. (P.Ustinov)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder